Namlunun Ucundaki Sessizlik: "Avcılık" Denen Ölüm
- Doç. Dr. İlker ŞEN
- 7 gün önce
- 2 dakikada okunur
Ellerim çoğu zaman antiseptik, bazen kan, ama her zaman "umut" kokar.
Benim mesleğim, yaşamın pamuk ipliğine bağlı olduğu o kritik anlarda devreye girer. Bir köpeğin duran kalbini yeniden çalıştırmak için dakikalarca göğsüne masaj yaparken, bir kedinin kırık kemiğini onarmak için sırt ağrılarıyla saatlerce uğraşırken tek bir amacım vardır: O nefesin kesilmemesi.
İşte bu yüzden, bir veteriner hekim olarak "avcılık" kelimesini duyduğumda, zihnimde bir spor dalı ya da hobi canlanmaz. Benim zihnimde; parçalanmış dokular, korkuyla büyümüş gözbebekleri ve doğanın ortasında yankılanan, cevapsız kalan o son yardım çığlığı canlanır.

Fakültelerde yıllarca anatomi dersi görürüz. Bir canlının ne kadar muazzam bir biyolojik makine olduğunu, kasların kemiklerle olan o mükemmel dansını, bir kalbin pompaladığı kanın her bir hücresine nasıl hayat taşıdığını öğreniriz. Bu muazzam sisteme duyduğumuz hayranlık, mesleğimizin temelidir.
Avcılık ise bu mükemmelliğe yapılan en büyük ihanettir.
Benim "nasıl onarırım?" diye baktığım göğüs kafesine, bir başkasının "nereden vurursam düşer?" diye bakması arasındaki uçurum, tarif edilemez bir hayal kırıklığıdır. Bir hekim, bir canlının acı çekmemesi için miligramlarla ilaç hesabı yaparken; bir avcının, o canlının ne kadar acı çekeceğini umursamadan tetiğe basması, vicdanın neresine sığar?
Sıkça duyduğum savunma şudur: "Bu bir spor, atalarımızdan gelen bir dürtü."
Spor; eşit şartlarda, karşılıklı rızayla ve kurallar çerçevesinde yapılan bir rekabettir. Yüksek teknolojili dürbünlü tüfeklerle, saklanmış bir canlıya yüzlerce metre öteden ateş etmenin neresi "mücadele"? Karşınızdaki canlının tek savunması kaçmakken, sizin elinizde ölümü saniyeler içinde taşıyan bir mekanizma varken, buna "adil" diyebilir misiniz?

Klinikte bazen ateşli silah yaralanmasıyla gelen yaban hayvanlarına müdahale ederiz. Saçmaların vücutta yarattığı tahribatı, enfekte olmuş yaraları, o hayvanın günlerce aç ve susuz bir şekilde acı çekerek saklandığı yerden çıkışını gördüğünüzde; buna "spor" diyenlere sadece acıyarak bakarsınız. Çünkü hiçbir sporun bitiş çizgisi, bir canlının son nefesi olamaz.
Doğa fotoğrafçılarını düşünün. Onlar da saatlerce bekler, onlar da iz sürer, onlar da kamuflaj giyer. Ama o "an" geldiğinde tetiğe değil, deklanşöre basarlar. Ortaya çıkan sonuç bir ceset değil, ölümsüzleşmiş bir andır.
Bir veteriner hekim olarak size şunu söyleyebilirim: Ölümün estetiği yoktur. Ölüm soğuktur, kanlıdır ve geri dönüşsüzdür. Ormanın derinliklerinde, sırf bir duvarı süsleyecek ya da sosyal medyada "başarı" olarak paylaşılacak diye bir kalbi durdurmak, doğayı sevmek değil; doğaya hükmetme arzusunun en ilkel, en zavallı halidir.
Bizler stetoskopumuzu bir canlının göğsüne dayadığımızda duyduğumuz o ritmik "lup-dup" sesini dünyanın en güzel müziği sayarız. O ses sussun diye değil, daha güçlü atsın diye varız.
Eğer doğayla bütünleşmek istiyorsanız, silahınızı bırakın. Gözlerinizi, kulaklarınızı ve en önemlisi kalbinizi açın. Çünkü bir canlının gözlerindeki ışığın sönüşünü izlemek değil; o ışığın parlamasına vesile olmak, insanoğlunun tadabileceği en büyük tatmindir. Bu duygunun tarif edilmez zevkini tatmış bir insan olarak sorarım:
Yaşatmak varken, öldürmek neden?
Doç. Dr. İlker ŞEN




































Yorumlar